(2009 Ocak ayında Antalya Kemer'de bir vatandaşta AIDS virüsü saptanmıştı. Ardından anlamsız bir panik yaşandı. İnsanlar hastanelere Eliza testi yaptırmaya koştular, ulusal basında "Kemer'de Aids Paniği" haberleri yapıldı. Bu da o günlerde yazılmış bir yazı...)
Kıyamet gününde ortaya çıkacağına inanılan Mahşerin Dört
Atlısı’ndan birincisi; Beyaz bir atın üzerinde oturur. Yaşamı ve umudu temsil
eder. İkinci atlı Savaştır. Kan kırmızısı bir küheylana biner ve büyük bir
kılıç taşır. Üçüncü atlı Siyah’ın elinde ise refah ve kıtlığı ölçmek üzere
taşıdığı bir terazi vardır. Dördüncü atlı; soluk ve kansız bir ata binmektedir.
Hem veba hem de ölümdür…
Mahşerin dördüncü atlısı; çağımızın vebası AIDS’i ilk
duyduğumda henüz bir Tıp öğrencisi bile değildim.
1980’lerde ortaokul ve lise yıllarımda Bilim ve Teknik
dergisinde okuduğum birkaç makale vasıtasıyla ilk kez duymuştum bu hastalığı. O
zamanlar hastalık hakkında neredeyse hiçbir şey bilinmiyordu.
Eminim; ABD Hastalık Kontrol Merkezi uzmanları da, 1981
yılında Güney Kaliforniya’da, 5 homoseksüel erkek hastada özel bir mantarın
neden olduğu ciddi akciğer enfeksiyonunu fark ettiklerinde, ne denli büyük
salgın ile karşı karşıya olduklarını bilmiyorlardı. Pneumocytis Cariini adı
verilen ve ancak bağışıklık sistemi çökmüş hastaları etkileyen bu özel mantar,
sonrasında neden olduğu akciğer enfeksiyonuyla neredeyse hastalığın seyrinde
ölümün yaklaştığının göstergesi haline geldi.
Başlangıçta hem hastalığın hem de neden olan virüsün
isimleri farklıydı. İlk vakaların ABD’deki eşcinsel erkeklerde saptanmasına
bağlı olarak önce GRID (Gay Related Immune Deficinecy – Eşcinsel bağlantılı
Bağışıklı Yetmezliği) olarak isimlendirilmişti. Neden olan virüs de; şimdilerde
herkesin bildiği gibi HIV olarak değil; HTLV-3 ya da LAV olarak isimlendiriliyordu.
Kafalar bir hayli karışıktı yani… Daha sonra 1982’de AIDS ismi Tıp
Literatüründe yerini aldı. Virüs ise 1986’dan beri HIV olarak isimlendiriliyor.
AIDS’in milyonlarca insanı etkileyen küresel bir salgına
dönüşmesi çok sürmedi. Ortaçağda iki yıl içerisinde Avrupa nüfusunun yaklaşık
üçte birini kıran Veba kadar hızlı değildi ama yine de etkileri korkutucuydu. O
yıllarda doktor adayı olmanın heyecanıyla bu yeni hastalıkla ilgili gelişmeleri
takip ediyordum ama hastalık öyle bir geliyordu ki Tıp ile ilgisi olmayan
insanlar bile AIDS’i ister istemez duydular.
|
Rock Hudson |
Önce, Hollywood’un 1960-70’lerinin efsanelerinden,
çocukluğumun Pazar gecelerinin Komiser McMillan’ı Rock Hudson 1985’de AIDS’e
bağlı ölüp gitti. AIDS diye tedavisi olmayan bir hastalığın bir anda ortaya
çıkmasına mı yoksa bu kadar yakışıklı bir erkeğin eşcinsel olduğunu
öğrendiğimize mi yansak bilemedik…
Ardından bizim kuşağın “sıkı” rock grubu Queen’in solisti
Freddie Mercury bir Cuma günü AIDS olduğunu açıkladı. Hemen ardından da
pazartesi öldüğünü öğrendik. Sene 1991’di… Çok üzülmüştüm.
Sapık filminin unutulmaz aktörü Antony Perkins ardından da
ünlü balet Rudolf Nureyev yine AIDS nedeniyle öldüler. Artık gittikçe daha çok
karşımıza çıkmaya başlamıştı hastalık. Hatta bizim bile bir vakamız vardı;
Murti… 1992’de öldüğünde o kadar bilgisiz ve hazırlıksızdık ki önce bedeni
çamaşır suyuyla yıkandı, sonra naylona sarıldı, çinko bir tabuta konularak
kireç kuyusuna gömüldü.
Yine de toplum olarak kafamız rahattı. Ne de olsa bu
hastalık eşcinselleri veya uyuşturucu kullananları ilgilendiriyordu. Bir hekim
adayı olarak ben kazın ayağının hiç de öyle olmadığını iyi biliyordum ama
yurdum insanı pek de farkında değildi bunun. AIDS konusundaki bilgimizi ve
duyarlılığımızı ortaya çıkaran Savaş Ay’ın malum programlarını
hatırlayanlarınız vardır mutlaka.
Yıllar geçtikçe Tıp dünyası bu konuda ciddi ilerlemeler
kaydetti. Vakalar çoğaldıkça artık bu hastalığın sadece eşcinselleri veya
uyuşturucu kullananları ilgilendiren bir hastalık olmadığı, heteroseksüelleri
de tehdit edebildiğini herkes öğrendi. Hatta mazbut bir yaşam süren sıradan
insanlar da HIV virüsü kapabiliyorlardı. Sözgelimi ünlü bilimkurgu yazarı Isaac
Asimov 1983 yılında geçirdiği by-pass ameliyatında kendisine verilen HIV’li kan
nedeniyle bu hastalığı kapmıştı. 1992’de AIDS’den öldü…
|
Magic Johnson |
Lise yıllarımda, posterleri odamın duvarlarında asılı, Bence
NBA’in gelmiş geçmiş en büyük ikinci oyuncusu Magic Johnson 1991’de HIV
kaptığını açıkladı. 1992 Barcelona Olimpiyatlarında ilk ve gerçek Rüya Takım
ile altın madalyayı kazanırken tüm dünya Magic’in HIV pozitif olduğunu
biliyordu. Bir yandan alkışlarken bir yandan da bu büyük yıldız için
üzülüyorduk.
Tom Hanks 1995 yılında Philadelphia filminde, AIDS hastası olduğu için çalıştığı hukuk firmasından çıkartılan Avukat Andrew Beckett rolündeki olağanüstü performansıyla en iyi erkek oyuncu dalında Oscar ödülünü aldı. Henüz ülkemizde tehlikeli boyutlara ulaşmadığını düşündüğümüz hastalığın sosyal boyutlarını da fark etmemizi sağlamıştı film sanki.
|
Philadelphia |
Fakülteyi bitirdiğim 1995 yılında ABD’de ilk kez yıl içinde
bildirilen AIDS hastası sayısı 500.000’i geçmişti ve bu vakaların yaklaşık
310.000 kadarı ölmüştü. Aynı yıl dünyadaki AIDS hastası sayısı 4 Milyon
kadardı. Aynı yıl Sağlık Bakanlığının resmi verilerine göre
Türkiye’deki toplam sayı ise 91’di…
Mezun olduğum yıl ilk AIDS'li hastamla karşılaştım.
O zamanlar çalıştığım küçük kliniğe başvuran bir Fransız
hastaydı. Yanlış hatırlamıyorsam Otuzlu yaşlarının sonundaydı. Su kayağı
yaparken ayağını kırmıştı. Oldukça kötü görünüyordu ve büyük olasılıkla
ameliyat olması gerekecekti. O dönemde çalıştığım Kemer’de henüz bir Ortopedi Uzmanı
olmadığından hastayı Antalya’ya yönlendirmeye karar verdim ve kendisine de bunu
açıkladım. Transfer etmek üzere gerekli hazırlıkları yaparken benimle özel
olarak konuşmak istediğini söyledi. Kibarca ve sadece benim duyabileceğim bir
sesle “Bu arada, bilmeniz gereken bir şey var, Ben HIV pozitif’im” demişti…
Bunca zaman AIDS hakkında karşıma çıkan her şeyi okuduktan,
onca araştırma yaptıktan, Mezun olduğum fakültenin Öğrenci Bilimsel Araştırma
Kolunun bir üyesi olarak pek çok kez Lise öğrencilerine AIDS konulu seminerler
verdikten sonra işte karşımda etten ve kemikten bir HIV pozitif hasta duruyordu.
O zaman işin insani boyutunu fark ettim. Karşımda cinsel tercihi veya hayat
tarzı ne olursa olsun, hasta olduğunu ve eninde sonunda berbat bir şekilde acı
çekerek öleceğin bilen bir insan vardı. Sevdikleri, sevenleri, hayalleri,
yapmak istedikleri, umutları ve büyük ihtimal sadece yarısını tamamlayabileceği
yaşamıyla bir insan…
Yıllar içerisinde karşılaştığım AIDS’li veya HIV pozitif
hastalar hep bana o Fransız hastayı anımsattı. Büyük ihtimalle bir yerlerde bir
hastanenin yoğun bakımında eriyip gitmiş, normalde bir insanı
hastalandıramayacak bir mikrobun neden olduğu basit bir enfeksiyon nedeniyle
ölmüş olan o Fransız hastayı.
1990’lar ve 2000’li yıllarda AIDS konusundaki araştırmalar
ve sonuçları baş döndürücü bir hızla ilerliyordu. Hastalık ve hastalığa neden
olan virüs konusunda pek çok şey öğrenildi. Hastalığı tedavi etmese de en
azından bağışıklık sisteminin çökmeye başladığı son döneme geçişi uzatan
ilaçlar bulundu. Hatta bir aşıdan söz edilmeye başlanıldı henüz bu konuda çok
ümit verici bir gelişme olmasa da… Hala bir tedavisi yok ve hala bilinen en
ölümcül hastalıklardan biri.
Geçtiğimiz günlerde Kemerde yaşadığımız AIDS paniği bunları
hatırlattı bana.
Diğer bir yandan Murti’nin öldüğü günlerdeki kadar olmasa da
bugün de bilgisiz ve hazırlıksız olduğumuzu fark etmek üzdü beni. Bilinen
bulaşıcı hastalıklar içerisinde korunması en kolay olanlardan biri olmasına
rağmen AIDS’in yarattığı panik havası bu konuda daha almamız gereken çok yol
aldığının göstergesi. Artık AIDS gerçeğini yok farz etmekten vazgeçip herkesi
eğitmenin bir yolunu bulmalıyız. Korunmak aslında o kadar kolay ki…
Andrew Nikiforuk’un Salgın ve bulaşıcı hastalıkların
tarihini anlattığı “Mahşerin Dördüncü Atlısı” isimli kitabının AIDS’i anlatan
bölümünün başında Amerikalı oyun yazarı Larry Kramer’in aşağıdaki sözleri yer
alır. 1980’lerde yakın arkadaşlarının AIDS’den ölmesine tanık olan Kramer şöyle
der; “Bütün bunlar geçene kadar tedbirsizce sevişmekten vazgeçmenin ölümden
beter olduğundan yakınan heriflerden bıktım. … Benimle gelin çocuklar, yoğun
bakımdaki arkadaşları ziyaret edelim. Gözlerindeki ifadeye bir bakın. Onlara
yaşam vaat edebilirseniz seksten sonsuza dek vazgeçmeye hazırlar “
Yapmamız gereken bir şekilde bu hastalığa yakalanmış
insanları ifşa etmek, onları yargılamak, özel hayatlarını didik didik etmek
yerine tüm toplumu eğitmek, insanlara nasıl korunacaklarını ve neden
korunmaları gerektiğini anlatmak olmalı. Sadece her yıl 1 Aralık Dünya AIDS
gününde veya bir sonraki ünlü sanatçı bu hastalık nedeniyle öldüğünde ya da
çevremizde yeni bir S.K. vakası çıktığında anımsamayalım bu hastalığı. Aksine
hiç unutmayalım. Özellikle de her ilişkimizde aklımızda olsun…
Bu yazıyı hazırlarken internette karşıma çıkan ilginç
bulduğum bazı şeyleri paylaşmak istedim sizlerle…
Tüm dünyada AIDS’li veya HIV pozitif olarak yaşamakta olan
yaklaşık 33 Milyon insan var. Hastalığın ilk kez ortaya çıktığı 1981 yılından
bugüne 25 Milyondan fazla insan bu hastalık nedeniyle ölmüş. Sadece 2007
yılında ölen AIDS’li sayısı yaklaşık 2 Milyon. Yine 2007 yılında bu virüsü ilk
kez kapan kişi sayısı ise 2,7 Milyon…
Yapılan araştırmaların sonucuna göre Batı ve Orta Afrika’da
yaşayan bir şempanzenin alt türü hastalığa neden olan virüsün doğal rezervuarı.
Bu alt türün adı da; Pan troglodytes troglodytes.
1980’lerde hastalığın ve neden olan virüsün tanımlanmasının
ardından eski vakaları saptamaya yönelik araştırmalar yapıldı. Bu
araştırmaların sonucuna göre bilinen ilk AIDS vakası 1959 yılına ait.
Araştırmacılar, Kongo Demokratik Cumhuriyetinde 1959 yılında ölmüş bir hastanın
kan örneğinde HIV virüsü saptadılar.
AIDS hastalığının ortaya çıkışına ilişkin pek çok teori
mevcut. Bunlardan ilginç olan bir tanesi; Kontamine –yani mikrop bulaşmış-
Polio aşısı teorisi. Bu teoriye göre HIV virüsü şempanzelerde bulunan HIV
benzeri SIV (Simian Immunodeficiency Virus) isimli virüsün mutasyona uğrayarak
– yani genetik yapısını kendi kendine değiştirerek- HIV’ e dönüşmesiyle ortaya
çıkmış. Bu virüsün şempanzelerden insanlara geçiş şekli ise bir hayli ilginç.
1950’lerin sonunda Afrika Belçika Kongosu’nda yürütülen bir çalışmada binlerce
çocuğa yeni denenen bir Polio –çocuk felci – aşısı uygulanıyor. Bu uygulanan
aşılar 2 bilim adamı tarafından, Philadelphia’da ABD’nin ilk bağımsız Tıbbi
araştırma merkezi olan Wistar Enstitüsünde üretiliyor. İddialara göre
araştırmacılar bu aşıları üretirken şempanze böbrek dokusundan üretilen besi
yeri kullandılar ve bu besi yeri SIV ile kontamine olmuştu. Bu binlerce aşıdan
en azından bir bölümü SIV içeriyordu ve virüs insanlara bulaştı… Bu ilginç
teori araştırmacı gazeteci, eski Birleşmiş Milletler çalışanı Edward Hooper’ın
10 yıllık çalışması sonucu yazdığı bir kitaba dayanıyor; “Nehir: HIV ve AIDS’in
Kaynağına Bir Yolculuk”… (Orjinal adı; “The River; A Journey to the Source of
HIV and AIDS”, araştırdım maalesef Türkçe baskısına rastlamadım)
Tabii ki AIDS’e ilişkin pek çok komplo teorisi de mevcut.
Millet olarak severiz komplo teorilerini malum. Ben de yazıma bir iki tane
eklemeden duramadım;
Berlin Humboldt Üniversitesi eski Biyoloji Profesörü Jakob
Segal’a göre HIV, ABD’deki bir askeri laboratuarda 2 ayrı virüsün
birleştirilmesiyle elde edildi. Bu teoriye göre elde edilen bu virüs, yani HIV;
1977 ve 1978 yıllarında erken tahliye karşılığında gönüllü olan mahkumlar üzerinde
denendi. Profesör Segal virüsün işte bu mahkumların tahliye olmasıyla topluma
yayıldığını iddia ediyor. Diğer bir taraftan aynı Profesör Segal; KGB
sığınmacısı Vasili Mitrokhin tarafından da Sovyetler Birliği lehinde “uydurma”
propagandaları yaymakla suçlanmış…
“AIDS ve Ölüm Doktorları; AIDS Salgını Kökeninin Tahkikatı”
ve “Eşcinsel Kan; Gizli AIDS Soykırım Entrikası” isimli kitapların yazarı Dr
Alan Cantwell’a göre AIDS Amerikan Hükümeti bilim adamları tarafından
geliştirilmiş bir virüs. Dr Cantwell bu virüsün 1978-1981 yılları arasında bazı
Amerikan şehirlerinde eşcinsel erkekler üzerinde yapılan Hepatit B
araştırmaları esnasında kasıtlı olarak bulaştırıldığını iddia ediyor. Kasıtlı
olarak bulaştırılanlar ise siyahlar veya beyaz eşcinseller. Amaç da; bu
“istenmeyen” iki grup insanı toplumdan kalıcı olarak uzaklaştırmak. Bunu örtbas
etmek için hükümetin salgının başladığı yıllarda çalışmalara kasıtlı olarak
engel olduğu da Dr Cantwell’in iddiaları arasında.
(Yukarıda sözünü ettiğim kitapların orijinal isimleri
sırasıyla; “AIDS and the Doctors of Death: An Inquiry into the Origin of the
AIDS Epidemic” ve “Queer Blood: The Secret AIDS Genoside Plot”)
Merhum Galler Prensesi Lady Diana hastalığın tarihinde
ilginç bir yere sahip. 1987 yılında Londra’da Middlesex Hastanesinde AIDS
hastaları için inşa edilen özel bölümün açılışında; foto muhabirleri ve
kameraların önünde ilk kez AIDS hastalarıyla “eldivensiz” olarak el sıkışırken,
onlara dokunurken görüntülendi. Lady Di; o gün “Onlara dokunabilirsiniz, dokunmakla
bu hastalık bulaşmaz” mesajı verirken toplumun AIDS ile ilgili önyargılarından
birini değiştirmişti adeta…
“Hiç kimse bir tatlıyı sarılı olduğu ambalaj kâğıdıyla
yemekten hoşlanmaz”
Yukarıdaki, bizim sokak argomuzdaki “Gaz maskesiyle çiçek
koklanmaz ki” cümlesinin Güney Afrika’daki karşılığı. Güney Afrikalı erkeklerin
neden prezervatif kullanmadıkları sorulduğunda verdikleri yanıtlardan biri…
2007 yılı itibariyle Sahra Altı Afrika’daki yaşayan AIDS’li veya HIV pozitif
insan sayısı 22 Milyon…
BBC’de yayınlanmış “Ölüm Oyunu” başlıklı Güney Afrika’daki
AIDS sorununu inceleyen makaleye göre bölgedeki erkeklerin prezervatif
kullanmama nedenlerinden bir diğeri ise çok daha vahim. Siyahlar; prezervatif
kullanmaları yönündeki kampanyaların Beyaz Adam tarafından çocuk sahibi olup
çoğalmalarına engel olmak amacıyla yaratılmış birer komplo olduğuna
inanıyorlar.
Bölgede kötü yaşam koşulları ve fakirliğe bağlı olarak
fahişelik çok yaygın ve bu fahişeler duyduğunuzda insanın kanını donduran bir
fiyat tarifesiyle çalışıyorlar; prezervatif ile 2, prezervatifsiz 5 Pound… Yani
HIV kapma riskini göze almanın karşılığı sadece 7 TL civarında. (1 Pound;
yaklaşık 2,3 TL)
Afrika ve AIDS ile ilgili son olarak söylemek istediğim
Fakülteden Hocam Nadir Paksoy’un “Gözümden Afrika” kitabından aklımda kalan bir
bölüm; Nadir Hocam Afrika’da –sanırım Somali’de- çok büyük bir gece kulübüne
gider. Duvarda devasa harflerle AIDS yazmaktadır, Ama açılımı farklıdır;
A-merican I-deas D-iscouraging S-ex
(Sex yapma hevesini kıran Amerikan fikirleri)
Bir de önermek istediğim film var. AIDS hastalığının ortaya
çıkışını anlatan aynı adlı kitaptan uyarlanmış “Ve Orkestra Durmadan Çaldı”
(And the Band Played On) isimli 1993 yılı yapımı, pek çok ünlü oyuncunun kısa
sürelerde göründüğü bir film. 1981 yılında Los Angeles, San Fransisco ve
NewYork’daki eşcinsel erkek hastalarda ilk kez görülen bu hastalığı araştıran
Epidemiyolog (Salgın hastalıkları inceleyen bilim adamı) Dr Don Francis’in
öyküsünü anlatan bir yarı belgesel. Filmde ABD Hastalık Kontrol Merkezi
tarafından bu salgını araştırmakla görevlendirilen Dr Francis'in yetersiz bir bütçeye ve hastalık eşcinselleri
ilgilendirdiği için konudan uzak duran politikacılara rağmen verdiği çabaların
öyküsü gerçeklere dayanılarak anlatılıyor.