|
Visitor Center içerisindeki Sergi Salonundan Vitray Avize |
|
Ünlü Konuklardan... |
Hızlıca bir yemeğin ardından toparlanıp, hava hala güzelken
"Nebatilerin Kayıp Şehri" Petra’ya giden El Siq’de buluyorum kendimi.
Peki kimdir bu Nebatiler? Tam da yazının bu noktasında biraz
Petra Tarihi ve Nebatilerden söz etmeli.
İsa’dan önce 400 ile 106 yılları arasında hüküm süren Nebati
Krallığı Yemen’den Şam’a, Irak'ın batısından Sina Çölüne kadar uzanırmış. Bazı
tarihçilere göre tabii ki. Gerçekte Nebatiler hakkında günümüze ulaşan çok fazla
bilgi yok çünkü.
Fakat tüm tarihçileri şaşırtan bir gerçek var; İsa’dan bir
süre önce göçebe yaşamdan yerleşik yaşama geçen Nebatiler kısa bir süre
içinde göz kamaştıran zenginlikte bir şehir kurmuşlar. Öyle ki neredeyse iki
bin yıl sonra, bugün bile Petra’nın mühendislik, mimarlık, taş oymacılığı ve
sanat alanındaki zenginliklerine hayran olmamak elde değil.
Nebatilerin kendi zamanının en büyük şehirlerinden olan 20 Bin nüfuslu Petra’ya su taşımak için
yaptıkları karmaşık sistem de en az şehrin kendisi kadar insanı şaşırtıyor.
İnşa ettikleri sarnıç, su kanalları ve havuzlardan oluşan bu sistemle yağmur
sularını biriktirerek ve civardaki mevcut kaynaklardan taşıyarak günlük 100 Bin
kişiye yetecek kadar su taşırlarmış. Hem de bildiğiniz çöl şartlarında...
Nebatiler ayrıca ticaret konusunda da oldukça ileriymişler.
Biri Batı’dan Asya’ya diğeri de Kuzey ve Güney Arabistan
arasındaki döneminin önemli iki ticaret yolu Petra’da kesişiyormuş. Ve bu
yollarda tekstil, baharat, değerli metaller, fildişi, tütsü yüklü deve
kervanları olurmuş. İşte Nebatiler’de bazen deve sayısı 2500’e kadar çıkan bu
kervanlara su, yiyecek ve güvenli bir barınak sağlarlarmış. Tabii ki bu
hizmetleri karşılığında da onları çok zengin eden ücretlerini alırlarmış.
Maalesef İsa’dan Önce 106 yılı itibarıyla işler değişmeye
başlamış. Nebatiler sessiz sedasız, sınırlarının yakınlarına kadar gelen Roma İmparatorluğu’nun egemenliği altına girmişler. Başlangıçta pek bir şey
değişmemiş ama Romalılar ticaret yollarını Petra’dan uzaklara kaydırınca şehrin
önemli gelir kaynağı ortadan kalkmış. Kuzeydeki Palmira (Suriye'de) deniz kıyısında olmasının da verdiği avantajla kervanlar için daha
popüler olmuş. Ardından Petra, 363 yılındaki şiddetli depremden etkilenmiş; özellikle
de şehre su taşıyan sistem. Para ve daha önemlisi su da olmayınca bir zamanların bu görkemli şehri zaman içerisinde kaybolup gitmiş.
Ta ki 1812 yılına kadar. Petra, o yıl henüz 27 yaşındaki
İsviçreli maceraperest ve gezgin Johann Ludwig Burchardt tarafından
keşfedilmiş. Keşfedilmiş derken, Avrupalılar tarafından keşfedilmiş tabii ki,
bölgedeki Bedevi Kabileleri zaten bu harabeleri biliyorlarmış. Burchart’ın asıl tutkusu Nijer Nehrinin kaynağını
bulmakmış. Fakat “Kayıp Şehir”
Petra’yı ararken öldürülen başka bir maceraperestten söz edildiğini duymuş ve araştırmasını
bu yöne çevirmiş. 1812 yılında Petra’yı keşfettikten sonra Mısır’daki büyük Abu
Simbel’i de keşfeden Burchardt erken yaşta dizanteri nedeniyle ölmüş. Maalesef Nijer Nehrinin kaynağına ise hiç ulaşamamış.
Ürdün'de, Petra’nın Kuran’da
yok edildiği bildirilen kavimlerden Semud'un yurdu olduğu yönünde yaygın bir
kanı varmış, bu yazıyı hazırlarken okudum. Büyük olasılık Nebatiler Hristiyanlığı kabul etmeden önce putperest olduklarından. Sadece buraya bir not olarak düşeyim.
Petra ayrıca Dünyanın Yeni 7 Harikasından da bir tanesi. Her
ne kadar tüm dünyadan sıradan internet kullanıcılarının büyük ihtimal birden
çok kez oy kullanarak seçtiği ve içinde adaylardan Angkor Wat, Ayasofya veya
Alhambra Sarayının olmayıp da Rio’daki Cristo Redentor heykelinin olduğu bir
listeye pek saygı duymasam da Petra’nın bu listede olduğunu belirtmeliyim (Ki
bence kesinlikle olmalıdır). Ve tabii ki Petra UNESCO'nun Dünya Miraslarından bir tanesi ki buna kesinlikle saygı duyuyorum...
Ve Petra’ya doğru yürümeye başlıyoruz.
Gündüz gözüyle yürümek hem daha kolay hem çok daha keyifli. Manzara
olağanüstü çünkü. Olur da yürümek istemezseniz hemen Visitor Center çıkışında fayton veya at kiralayabileceğiniz yerler var. Eğer Indiana Jones benzeri
bir deneyim isterseniz...
Yolun ilk bölümünde önce gözünüze çarpan her iki taraftaki
kaya mezarları. Bir süre sonra Al Madras isimli kutsal alana ulaşıyorsunuz. Yolun buraya kadar olan bölümüne Bab es-Siq deniyor; yani Siq’in Kapısı. Ardından da dar bir geçide giriyorsunuz (Siq). Bir kilometreden biraz daha uzun bu
kanyon masif kaya kütlelerinin tektonik hareketler sonucu yarılmasıyla oluşmuş.
Bazen genişliği 3 metreye kadar daralıyor. Yolu sınırlayan kızıl kayaların
yüksekliği de bazı yerlerde 100 metreyi buluyor. Yer yer insanı ürkütüyor...
Kanyonun sonunda ise karşımıza çıkan, Petra denince hemen
herkesin gözünün önünde canlanan kayalara oyulmuş El Hazne’nin o muhteşem
manzarası. Gündüz gözüyle çok daha güzel.
El Hazne; Hazine demek. İsminin neden hazine olduğu
konusunda kesin bir bilgi yok. Bir rivayete göre Bedeviler firavunun
hazinesinin burada saklı olduğuna inanırlarmış, o yüzden bu ismi vermişler. Arkeologlar
ise VI. Kral Aretas’ın mezarı olduğunu düşünüyorlar. Kayalara oyulmuş yaklaşık
40 metre yüksekliğindeki yapının içi dışarısı kadar görkemli değil. İçeride
büyükçe bir oda var sadece. Büyük olasılık THY ve Petra Authority arasındaki
ortaklığın şerefine, “ağır” konuklar da Petra’da olacaklarından o gün içeriye
girmemize izin verildi. Yoksa normalde yapının içerisine girmek yasak.
El Hazne’nin karşısında fotoğraf çekmeden bir süre
görüntünün tadını çıkarıyor, sonra fotoğraf makineme davranıp bir sürü kare
çekiyorum. Tam,
Tadında Seyahat’ten Gürhan Kara ile birlikte daha ileriye devam
edecekken yağmur başlıyor. Makinemi önce ceketime sarıyorum, sonra çantama
koyuyorum. Yağmur artıyor ama yine de
yürümeye devam ediyoruz.
El Hazne’nin bulunduğu o küçük alan ikinci bir geçitle büyük
bir kente açılıyor. Burada bazıları büyük ve gösterişli bazıları ise küçük kaya
mezarları ve bir de amfi tiyatro var. Bir iki tane de, olmazsa olmaz hediyelik eşya dükkanı.
Yağmur iyice bastırıyor. Gürhan’la önce birer kayanın altına
sığınıyor sonra da dönmeye karar veriyoruz. Su geçirmez Lowepro sırt çantası içinde olmasına rağmen fotoğraf makinemin ve lenslerin ıslanmasından korkuyorum. (Evet bu konuda daha önce
başıma geldiğinden oldukça takıntılıyım. Islanan bir Canon’um bir daha iflah
olmamıştı)
Yeniden El Hazne’nin bulunduğu alana dönüyoruz. Visitor Center'a kadar faytonla dönmeye karar veriyoruz. Çantam sırılsıklam olmasa geri yürümek
sorun değil, hatta keyifli bile olabilir. Bir faytona yaklaşıyoruz. Faytoncu hemen "Buyur Abi" der gibi yanımızda bitiyor.
"Ne kadar?" diyorum.
20 Dinar diyor. (Yuh, 80 Liradan daha fazla. Soyguncular diyorum
kendi kendime ama yapacak bir şey yok. Sonradan bu 20 Dinar'ın standart fayton ücreti olduğunu öğreniyorum)
"Tamam" diyorum, tam arabaya doğru bir adım atıyorum.
Faytoncu bu kez "Ben o 20 dinarı doğrudan devlete
veriyorum. Bilet keseceğim" diyor bir yandan da elindeki biletleri göstererek.
"Benim bahşişim
ne olacak?" diye soruyor.
"Sadece 22 Dinarım var" diyorum, "Başka param yok" (Ki gerçekten
başka Dinarım yok)
Biraz suratı asılıyor. "Hadi geçin" diyor.
Tam bineceğiz, birileri "Çağlar Bey, Çağlar Bey" diye
sesleniyorlar.
Biraz ileride grubun kalanı yanlarında İstanbul'dan bu yana bize eşlik eden THY’dan Metin Bey (Metin Aytek) ile
birlikte bir kayanın altına sığınmışlar. Metin Bey "Binmeyin, araç ayarlıyoruz" diyor. 2 Dinar bahşişi beğenmeyen arabacı iyice bozuluyor...
Gürhan’la birlikte gruba katılıyoruz. THY yetkililerinin ayarladığı 3 araçla biraz önce
Petra’nın yağmur nedeniyle gidemediğimiz bölümlerinden geçiyoruz. Hatta yağmur izin
verdikçe durup şöyle bir etrafa bakıyor, birkaç fotoğraf bile çekiyoruz. Kısacık da olsa gördüklerimden sonra bir daha yolum düşerse Petra'ya bir tam gün ayırmalıyım diye düşünüyorum.
Araçlar antik kentin sınırında bizi bir kamyonun arkasına
bindiriyor, sağa sola sallanarak fakat harika manzaralar eşliğinde Wadi Musa’ya
dönüyoruz.
...
Wadi Musa’da bir kafede bir kahve içtikten sonra Metin Bey sayesinde cebimde kalan malum 22
Dinar’ımı Visitor Center’daki hediyelik eşya dükkanlarında harcadım, otele
döndük. Otelden ayrıldık, akşam yemeği için çölde otantik bir Bedevi
Restoranına gittik. Yemekler ve tatlılar her zamanki gibi güzel, yemek sonrası
çay tabii ki bol şekerliydi. Ardından Akabe’ye doğrudan havalimanına ve oradan da
İstanbul’a geçtik...
Ürdün yakın, güvenli, insanları sıcak, Wadi Rum ve Petra ise inanılmaz. Eğer dalmaya meraklıysanız Akabe’de geçireceğiniz 1-2 gün de çok
keyifli olabilir. Bir fırsat yaratıp gidin derim.
Ve son olarak Teşekkürler THY ve Gezimanya!
Tabii ki beklenen fotoğraflar:
|
Visitor Center'dan çıktıktan hemen sonra sizi karşılayan manzara |
|
Petra'ya giden faytonlardan, 20 Dinar artı bahşiş! |
|
Yolun her iki tarafında kaya mezarları var Yolun bu bölümü Bab-es Siq yani Siq'in Kapısı |
|
Hem ata binerim, hem de telefonla konuşurum! |
|
"Fotoğrafını çekebilir miyim?" diyorum. "1 Dinar verirsen olur" diyor. Anlaştık diyorum, poz da veriyor. |
|
El Siq'in girişi ve çöpçü |
|
Yer yer daralıp genişeyen yol gerçekten etkileyici |
|
Hatta ürkütücü... |
|
El Siq'i çevreleyen kayalar yer yer 100 metre yüksekliğindeymiş |
|
Sık sık faytonlarla karşılaşıyorsunuz |
|
Ve bu faytonlar da fotoğraf meraklıları için harika... |
|
Bazen genişlik 3 metreye kadar düşüyor |
|
Ve El Hazne'nin ilk kez kendini gösterdiği o an |
|
El Siq'den El Hazne |
|
El Hazne |
|
El Hazne'nin bulunduğu küçük alanın bir köşesi Hediyelik eşya dükkanı ve ufak kafe |
|
El Hazne |
|
Yıllarca görmeyi beklediğiniz yapı karşınızdayken önce bir süre izliyor, anın tadını çıkarıyorsunuz. Fakat sonra onlarca fotoğrafını çekmek farz... |
|
Bu da aynı alanın diğer köşesi Arkadaki yarık Petra Kentine çıkıyor |
|
Petra'nın El Hazne kadar poplüler olmayıp fotoğrafı daha az çekilen bölümlerinden |
|
Amfi tiyatro |
|
Petra Antik Kentinden |
|
Ve son kare; Kaya Mezarları |